28 Eki 2008

Benimle bu sonbahar da kal !


Bu sonbahar

sen aksın yağmurla bir damarlarımdan.


sen bu sonbahar,

ve her son bahar,

her bahar

ve her an


nüfuz et yüreğimde.


kal sen bu


sonbahar da

benimle.


>>YG

17 Eki 2008

KÖPÜK SAÇLI KADIN (Mavi’ye ! )

Gözlerimde köpük saçlı bir kadındı gezinen.
Sarı ve umuda meyilli saçları vardı.
Bir misafir yorgunluğumda, düşlüyordum bedensizliğimi,
Olduğum yerde vuruluyordum…
Uzun düşlerden, kısa zamanlar umuyordu.
Kendi gemisini kaçıran bir kaptan
Vuruyordu kendini sahillere…
Vuruyordu-
Vuruluyordu sonra…

Her bakışta çürüyen köpük saçları vardı…
Ağlıyordum…
Dokunsam kırılacaktı,
Dokunmadım-
Kırıldım…

Kan gülleri hüznünde geceler yaşardık,
Gözleri hep, bir musalla taşının,
En yakın yerinde dururdu…
Bir misafir yorgunluğumda kendimi
bilerdim…

Yazdığı bütün satırlarda,
Kendi intiharına gülümserdi.
Kendi yolculuğunda söndürürdü ışıkları…
Geceye kan,
Su verilmemiş dudaklara acı düşerdi…
Buğulu gözlerinde karartılmış bir hüzün kalırdı.
Uyanışında,
Mezarlık bekçilerine gülümserdi,
Sabahın dördünde, hep
Uyanışı bir mahşer gününün, sonbaharıydı…
Artık gözyaşları,
Bedeni gibi tutukluydu…
Misafir yorgunluğum,
Artık köpük saçlarına tutukluydu…

Zincirleyemediği sancılarla, beşikler kurardı…
Her gecenin bir ağacına hüznünü asardı…
Tapınaklara bırakılan mumları yakardı,
Her mumda ise kendi intiharını…
>>Gökhan TUÇ

10 Eki 2008

YOLU YORDAMI YANLIZLIK OLANLARA

Kafamı kaldırıp şairlere bakıyorum şöyle
Misafirim oluyor birden Behçet Necatigil,
Penceremin kenarında uzaklara bakıyor Orhan Veli
Bir vapur geçiyor tenhalardan…

Sonra duvarımda mıh gibi işleyen Atilla İlhan’ın gözlerini görüyorum,
İki çift göz büyüyor gözlerinde…
Ölüyor birden, ruhu kan ağlıyor,
Bir aşkı bitirip çekip gidiyor, yüreğindeki çocuklarla Behramoğlu…

Bir kuşluk vakti; yalnızlığa yüzde yüz vurulmuş
Sabıkalanan şiirlerini, amansızca gözlerindeki alevle yakan Odabaşını görüyorum
Yılmaz yürüyor, geçmediğim sokaklardan...

Bakıyorum altıncı demli çayımı getiren çocuğun gözleri oluyor,
Aşık Veysel’in gözleri,
Gözlerinde Veysel’i görüyorum…

Kafamı kaldırıp dağlara bakıyorum, baharı getiriyor avuçlarında
Ahmed Arif…
Coğrafyaların terk edilmemiş kalıntıları arasında Aykan’ın
Kucaklayan bakışlarına gülümsüyorum…

Günü bıçak gibi kesen tren sesiyle uyanıyorum.
Garda Nazımı görüyorum,
Yitip giden aşklarına ağlıyor, sırtı bana dayalı.
Sonra binip gidiyor yalnızlığa,
Yasaklanmış ülkesinden,
Kızıla boyanmış gökyüzünde güneşi doğurmak için yola çıkıyor...!!!


Şairlerin en acemisini görüyorum sonra, şu bizim Gökhan‘ı
Oturmuş dört yol ağzında,
Kararsızlıkla iç içe girmiş beyninin damarlarını koparmaya çalışıyor,
Beceremiyor…
Sonra sarıp kaçak tütününü güneşin doğduğu yere gülümsüyor…

Nisan 2005—Mersin/Erdemli


>Gökhan TUÇ

5 Eki 2008

DİLİMDE YASAK BİR İSİM; ZîNE

…Sonra şehirlerin ışık huzmeleri büyüdü.
Dilimde yasak bir isim, ZİNE…
Parçalanmış resimlerde maviler vuruldu.
Her mavide düştün ZİNE…
Çığlıklarla gelen, çığlar düştü şehrine. Haritalar bölündü. Her sınırda bir yanın vardı. Filistin’e düşen bombalar parçaladı göğün göğsünü, seni… Van’ı bürüyen beyaz karları makineler temizledi. Hani kar temizdi ZİNE. Temizlerken makinelerle çocukların düşlerini düşünemediler. Makinelerle Şivan’ın düşlerini kirlettiler. Ve sen şehirleri geçtin. Vedalar doğdu gecenin artakalanında. Sabaha, zaman yitip gitmişti… Tüm kapılarını kapamıştı bu şehir. Gitmeler yasaklanmıştı. Sevişmeler ve öpüşler, düşerdi sahildeki gemiler. Anılara yaslanan çocuklar düşerdi geçmişin üstüne. Dudaklardaki son kelime yasaklanmıştı ve bu şehir ZİNE ile birlikte tüm kapılarını umuda kapamıştı.

Seslenecek bir dam yoktu.
Eskitemediğimiz gök-
—yüzün vardı…
Birde hala kar kokan dağlar. Ama ayrılıklara gebeydi şehirler. Gitmelere…
Git
(tin…)
Kanatlarımda sızın kaldı ZİNE. Birde, kahvaltı salonlarında otlu peynir kokusu. Hani bir de gülüşün kaldı desem ayıp olmaz değil mi...?
Yoksun… Bir vedayı yazmak hangi kelimeyle başlar, hangi kelime bitirir…

Tüm gidişleri vursaydım da kırılsaydı kalemim, ya da kendi gidişimi harmanlasaydım da, yazmasaydım gidişleri.

Dağılmış, yatağına bir martının gözyaşları. Kız kulesi yorgun, kız kulesi kaderine küsen bir mabet, kimsesiz… Biliyorum şimdi Gülhane’nin ışıkları yanacak, haliçte düşecek güneş ve ben Karşıyaka vapurunu kaçırıcam ZİNE, bir hoşça kala zaman kalmadan... Büyütürken gidişleri, sen şehirleri geçeceksin. Bırak ne düşerse düşsün gözlerimin harman yerine. Git ZİNE bak yine kardelenler açtı. İhanetin prim yapmadığı kardelenler. Ve yazıyorum…

Ama yine de tüm gidişleri vursaydım da kırılsaydı kalemim, ya da kendi gidişimi harmanlasaydım da yazmasaydım gidişleri…

>GÖKHAN TUÇ

MERHABA...


Her yeni başlangıc bir umut doğurur..
yazarken elleri titrer insanın. sanki tüm sözcükler kayıp bir kentte gibidir...
bulamazsınız. aklınıza hiç bir şey gelmez...
sadece sıcak bir mehradır mavi dolu..
gökyüzü dolu sıcak bir merhaba..
...
Gökhan TUÇ

Bülbül !



Aedon Pandareos’un kızı ve Thebaili Zethos’un karısıdır. Zethos’un kardeşi Amphion, Niobe ile evlenip çok çocuk sahibi olduğu halde, çocukları çok seven Aedon’la Zethos’un yalnız bir çocuğu olur: İtylos. Aedon eltisini kıskanır ve bir gece en büyük oğlunu uykusunda öldürmeye kalkışır, ne var ki yanılır, karanlıkta Niobe’nin oğlunu değil de kendi çocuğunu öldürür. Bu yanlışlıktan öylesine derin bir acıya gömülür ki tanrılar tanrısı Zeus, onu bağışlamak zorunda kalır, Aedon’a acıyıp onu bir bülbüle dönüştürür. Bülbül Aedon, o günden beri hep bu yüzden, “İtylos! İtylos! İtylos!” diye acı acı ağlamaktaymış.